Burak Çınar
  Geçmişinde Yaşayan Adam 1: Üniversite
 

GEÇMİŞİNDE YAŞAYAN ADAM 1: ÜNİVERSİTE


(İlk Söz)


Bu kitabımda 1999 ile 2005 yılları arasında yaşadığım üniversite anılarım var. En naif ve müsekkin halimle, en seçkin tabirlerim ve en müstesna kelimelerimle anlattığım anılarımın içinde yorumlarım da var.


Öncelikle şunu belirteyim; bu kitapta aşk, meşk ve kız gibi unsurları bulmayı umuyorsanız bunları unutun. Bizim dönemimiz Candan Erçetin’in “Aşka gönül vermem, aşka inanmam!” şarkılarıyla başlayıp; Yalın’ın “Titrerim kendi üstüme, benden değerli değilsin!” şarkılarıyla bittiği için bu konularda, yani ince işlerde fazla şanslı olamadık...


Olmaz olur mu? Tabi ki de olduk! Ama aile faciasına yol açmaması için bu konuların üzerlerine hafifçe değinip, yazdıklarımın felaketle sonuçlanmaması için bazı konuları ise hiç açmayacağım; keza artık neredeyse hepimiz evliyiz ve çoluk çocuk sahibi kocaman adamlarız…


Asıl konumuza dönecek olursak, bu kitap beş tane kahramanın üzerinden ilerliyor. Yıllara göre sıraladığım kitabımda; başkahraman “Ben” olmak üzere, sırasıyla karizmatik Önem, çevik Uğurcan, güçlü Anıl ve zeki İbrahim yer alıyor. Anılarımı okudukça beni ve size şimdilik yabancı gelen bu isimleri daha yakından tanıyıp, yaşanılanları takdir etme fırsatını bulacaksınız.


Bu kitap için de, ben ne yapayım bu delikanlıların anılarını diye düşünebilirsiniz ama birkaç sayfadan sonra almaya başlayacağınız keyif ve mutluluğu başka hiçbir yerde bulamayacaksınız.


Çünkü bu kitap da diğerlerinden farklı!


Okumaya devam edin, okudukça bana hak verecek ve devamlarını bekleyeceksiniz!



Yoğun İstek Üzerine Kitaptan Birkaç Önemli Bölüm:

0! (Önem'le tanışmamız)

İşte her şey bir matematiksel formülle başlamıştı. Sıfırın faktöriyeli…

Ne alaka diyeceksiniz?

Her normal öğrenci gibi ben de lise son sınıfa başlayınca dershaneye kaydolmuştum. Değişik bir dershaneydi, bilinenin dışındaydı, dershanede toplam 24 öğrenci bulunuyordu ve ortam ev ortamı gibiydi. Aynı filmlerde gördüğümüz rahat okullar olur ya, işte aynen öyleydi. Dershaneye gitmemiz için o gün ders olmasına gerek yoktu, işe gidiyor gibi hafta sonları sabahtan oraya gider, akşama kadar çıkmazdık. Çünkü ortam ortamdı. Yani dershaneden ziyade bir gençlik kampıydı. Beynimizin bir yanı matematik testi çözerken, diğer yanı olan bitenle meşgul olurdu... Bir elimiz test çözerken, diğer elimiz bizden sonra gelecek nesiller için duvarlara veya masalara isim kazımak olurdu…

Ve daha dershanenin ilk günleriydi ve ben matematik testi çözerken önümde oturan Önem’e sıfırın faktöriyelini sormuştum, o da düşünmeye tenezzül bile etmeden “Bir” demiş ve önüne dönmüştü. Adamın umursamaz ve bezgin tavırları Önem’i karizmatik kılıyordu ve daha ilk günlerden dershanedeki kızların dikkatini üzerine çekmeye başlamıştı… Zaten dershanenin açıldığı ilk gün derslere gelmeyen asi adam, ertesi gün gelişini yaparak farkını ortaya koymuştu… Adamın adı bile farklıydı, Önem diye isim mi olurdu? Dalga geçilmeye müsait bir isim diye düşünürken, etrafıma baktığımda Önem ismi geçtiğinde kızların gözünün içi parlıyordu sanki... Kimdi bu Önem?

Ne tesadüftür ki, aynı gün matematik dersinde faktöriyel konusu işlenmiş ve konu sıfırın faktöriyeline gelmişti. Matematik öğretmenimiz “Sıfırın faktöriyeli ise birdir.” dediğinde Önem yavaş yavaş arkasını dönmüş ve bana hafif bir tebessümle öyle bir bakış atmıştı ki; sanki bana “Bak Burak, daha birbirimizi tanımıyoruz ama içimde öyle bir his var ki, ilerleyen zamanlarda seninle kardeş gibi olacağız, her şeyi paylaşacağız ve beraber bu dünyanın anasını ağlatacağız!” mesajını vermişti…

 

Dikili (Uğurcan'la tanışmamız)

Üniversitenin ilk sınıfı bitmiş, ehliyetler alınmış, sıraya ilk defa aileyle değil de arkadaşlarla tatile çıkmak gelmişti. Böyle bir tatil için en uygun yer ise Önem’lerin Dikili’de bulunan yazlıklarıydı. Önem ailesini evlerine göndermiş ve beraber Dikili’nin altını üstüne getirmek için beni çağırmıştı…

Ankara’dan otobüse binerek Dikili’ye gitmiş ve otogardan taksiyle site içinde yer alan yazlık evlerinin önüne gelmiştim. Saat sabahın erken saatleriydi ve herkes uyuyordu, bütün Dikili uyuyordu. Kapıyı çaldığımda Önem kapıyı açmış ve daha bir merhaba demeden bana ayağındaki yaralarını göstermişti. Adam daha tatilin ilk gününden kendini yaralamıştı! Ne oluyor demeye kalmadan yukarıdan gölge gibi bir siluet aşağı doğru yavaşça inmeye başlamıştı. Hava tam ağarmadığı için gözlerimi kısıp gelen figüre baktığımda gelenin Uğurcan olduğunu anlamıştım.

Uğurcan’la tanışmamız bu şekilde olmuştu. Önem bana hep Uğurcan’ı anlatırdı ve Uğurcanların da aynı siteden evleri olduğunu bilmeme rağmen Uğurcan’ı görmek bana bir sürpriz olmuştu. Adam ben geleceğim diye Önemlerde kalmış ve sabahın erken saatinde benimle tanışmak için uykusunu bölmüştü… Küçük bir detaydı belki de ama nereden bilebilirdim ki aramızdaki en fedakâr kişiliğin Uğurcan olduğunu?

Velhasıl tanışma ve hoş geldin faslı bittikten sonra enerjisi tavan yapmış ben: “Haydi denize gidiyoruz!” dediğimde ikisi beni zor zapt etmiş, az daha uyuyabilmek için beni ikna çabalarına girişmişlerdi… İkna başarılı olmuş, odalarımıza çıkmıştık ve birkaç saat uyuyarak güne yeniden başlamıştık.

Tatilin ilk gününden bütün dikkatleri üzerimize çekmek için fosforlu şort mayomu giymiş, bandanamı ve güneş gözlüğümü takarak merdivenlerden aşağı inmiştim. Daha inişimi tamamlayamadan Uğurcan beni görmüş ve sırıtarak: “Burası böyle bir yer değil.” demişti. Ne demek istediğini anlamam birkaç günümü alsa da o an dediğini kulak arkası edip, kafamı takmamış, istifimi bozmamıştım…

Beraber balkonda kahvaltımızı yapmış ve Önem’in sofrayı ve bulaşıkları toplamasını beklerken Uğurcan’a Capoeira’dan öğrendiğim hareketleri göstermeye başlamıştım. Adam sanki doğuştan biliyor gibi her gösterdiğim hareketi yapmaya başladığında şaşkınlığımızı gizleyemez olmuştuk. Belki bir ayda öğrenilebilecek bir hareketi Uğurcan birkaç denemeyle kusursuz yapabiliyordu. Elsiz perendeyi de yaptığında Uğurcan beş dakika içinde bir yıllık Capoeira ustası olarak karşımızdaydı! En iyisi hiçbir şey olmamış gibi yapıp doğruca denize gitmek ve bu olanları unutmaktı. Olacak iş değildi! Sen elsiz perende için aylarca çalış, adam tek denemeyle senden belki de daha iyisini yapsın! Olacak iş değildi!

Önem yaralı olduğu için birkaç gün denize giremeyecekti ama sahile gelip çay bahçesinde oturacaktı... Namımız bizden önce yürümüş olacak ki, tam denize gitmek üzere evden çıkacakken Önem’in siteden birkaç arkadaşı evimize gelmiş ve benimle tanışmak istemişlerdi. Asıl niyetleri benimle tanışmak değildi tabi ki, beni tartmaktı. “Acaba bize rakip mi, bizden yakışıklı mı, kızlar bize değil de ona mı bakar?” şeklinde korkak bakışları gözlerinden okunuyordu. Sanki karşınızda küçücük çocuk vardı da bunları anlamayacaktı! Üçüne de pis pis sırıtışımla ve basit sorularına duymak istemeyecekleri cevaplar vererek üçünü de evlerine postalamıştım… Siz kiminle dans ediyordunuz ufaklıklar? Karşınızda bir uzman vardı, uzman! Sadece vakit kaybıydınız benim için!

İlk galibiyetin ardından evden çıkmış ve denize doğru ilerlemiştik… Yol boyunca Önem ve Uğurcan beni sitedeki karşımıza çıkan arkadaşlarıyla tanıştırmıştı ve en sonunda sahildeki meşhur çay bahçesine varmıştık. Aman Allah’ım ne meşhur bir çay bahçesiydi! Çevrede başka hiçbir mekân olmadığı için bütün gençlerin ve çocukların tıka basa doldurduğu, ukala bir adamın işlettiği, tek aktivitesi gazoz ve tavla olan derme çatma bir kulübe bozuntusu… Ne yapalım, seçenek olmadığı için çaresizce bir plastik sandalyeye oturarak havanın ısınmasını bekleyecektik…

Masada çaresizce oturmuş sohbet ederken, kahvaltısını yapmış anne kuzusu, kendini güzel ve eşsiz Hint kumaşı zanneden genç kızlar teker teker yanımıza gelmiş ve hepsi aynı ses tonuyla “Merhabaaaa!” diyerek benimle tanışmışlardı. Kimisi ilgisiz gibi davranmaya çalışarak bizi uzaktan süzüyor, kimisi ilk defa bandana görmüş olmanın verdiği heyecanla çevremizde dolanıyordu. “Çok merak ettiysen al senin olabilir.” diyerek kafamdan çıkarıp bandanamı verdiğim sarışın kızın yüzünün kızarmasıyla denize girmenin vaktinin geldiği çoktan belli olmuştu...

Bu bandananın daha sonra ne büyük olaylar yarattığını ve silsile halinde bütün siteyi çalkaladığını iki sene sonra Dikili’ye tekrar geldiğimde öğrenmiştim…

Denizde Uğurcan’ın bana çekinerek ve az önceki bandana olayını örnek göstererek “Sen şimdi birkaç hafta burada kalacaksın ama biz ömür boyu her yaz buraya geleceğiz.” şeklinde beni frenlemeye çalışması ise belki de denizin en tatlı tarafıydı…

 

Bahar Şenliği (İbrahim'le tanışmamız)

Her üniversitenin ayrı bir bahar şenliği olurdu ve nedense bizim üniversite bu konuda hiçbir zaman başarılı olamıyordu. Hal böyle olunca da insanlar eğlenceyi kendi üniversitesi yerine başka üniversitelerin şenliklerinde arıyordu…

Yine bir şenlik vakti Önem’le beraber bizim üniversitenin şenliği yerine, ODTÜ’nün şenliğine katılmaya karar vermiştik. Bizim üniversitemizde konser alanı olarak bir kürsü hazırlanır ve orada amatör gençler yarı detone sesleriyle konser vermeye çalışırlardı ama diğer üniversiteler ünlüleri getirerek başarılı bir şenliğin altına imzalarını atarlardı. ODTÜ’de ise o sene Teoman ve Şebnem Ferah’ın konseri olacaktı ve bir şekilde ODTÜ’ye girebilmek için yola koyulmuştuk.

Kapıdaki görevliye “ODTÜ’lüyüm ama öğrenci kartımı evde unuttum.” şeklinde kaçamak cevaplar vererek kapıda birikmiş olan azgın kalabalığı gören Önem’in bir an içeriye girme umutları suya düşse de, benim pratik çözümümle ve ufak bir şansla kendimizi içeride buluvermiştik.

Önem’in her fırsatta bahsettiği çocukluk arkadaşı, keskin zekâsıyla isim yapmış İbrahim’le de tanışmak bu şenlikte nasip olmuştu. Böyle bir adamla tanışmak için geç bile kalmıştık. Birbirimizle tokalaşıp selamlaşırken İbrahim’in gözlerinin içi gülüyordu, o kadar içten gülümsüyordu ki, karşısındaki insana adeta mutluluk aşılıyordu. Hayır, saf da değildi, kendine güvenli ve emin, bir o kadar da samimiydi. Ve birlikte yaptığımız ilk eylem ne olmuştu biliyor musunuz? O kalabalıkta tavuk döner yemek! Hiç yemeyeceğim bir yiyecek olan tavuk döner için, İbrahim’in “Kendime alıyorum, siz de ister misiniz?” sorusuna istem dışı kafa sallamış ve birkaç dakika içinde kendimi tavuk döner yerken bulmuştum…

İbrahim bu kadarla da kalmıyordu, gerçekten Önem’in anlattığı kadar vardı, hatta fazlasıydı. Soru soran arkadaşlarına verdiği cevaplarla onları kontrol ediyor, onları istediği yere yönlendiriyor, sanki insanları farkında olmadan yönetiyordu. Adam resmen zekâsıyla karşısındakine istediğini yaptırıyordu ve o an anlamıştım ki onu alt edebilmek için başka taktikler sağlamalıydım.

Neydi İbrahim’in zayıf yanı? Adamın zayıf yanı yoktu ki… Her konuya girişi, her cümlesi önceden düşünülmüş bir söz gibiydi. Sen daha bir soru soracakken, İbrahim zaten cevabı çoktan biliyordu. Ne yapılabilirdi? Aslında çözüm çok basitti: İbrahim’i şaşırtmak! Hiç beklenmedik cevaplar, hiç beklenmedik davranışlar, yani normal bir insanda olmayacak şeyler… Bunlar tam bana göreydi, zaten benim yapım böyleydi. En iyisi kendim gibi davranmaktı…

İşte bu sayede bir yandan birbirimizi çözmeye çalışıp bir yandan eğlenirken, bir de bakmıştık ki ayrılmaz bir ikili, ayrılmaz iki dost olmuştuk…

 

Sefil Parti (Anıl'la tanışmamız)

Anıl güçlüydü. Yapı olarak güçlü bir insandı. Doğduğu günden beri basketbol oynayan kuzenim Tolga ile güreşe tutuşmuş ve onu hiç zorlanmadan nakavt etmişti… Uğurcan’ın anlata anlata bitiremediği Anıl’la tanışmamız ise bir ev partisinde gerçekleşmişti.

Partiden partiye, konserden konsere akan yoğun zamanımızın belki en lüzumsuz ve en sıkıcı ev partisiydi. Partiye tanıdık tanımadık herkesi davet eden ezik gençlerin amaçları ise kendi reklamlarını yapmak istemeleriymiş, bunu ancak partinin sonunda öğrenmiştik.

Parti evi zengin ailelerinin çocuklarına sağladığı lüks bir villaydı aslında. Kocaman bir de bahçesi vardı. Ancak parti sahipleri gençler kendilerini fakir ve muhtaç gibi gösterme çabası içindeydiler.

Herkes şık giyimli iken, ev sahipleri paspal giyinmişlerdi. Üstelik partiye gelirken kendi yiyecek ve içeceğini kendin getirmek zorundaydın! Çünkü villada yaşayan öğrenci gençler fakirdi ve mutfağa alacak yiyecekleri bile yoktu! Fakir ama gururluydular, kendi müziklerini yapıyorlardı, ev partisi yapmalarının sebebi de buydu, parti hikâye, reklam şahane!

Saatler ilerleyince hep beraber doğruca evin bodrumuna inmiştik ve ne görelim? O fakir geçinen gençlerin bodrumunda dayalı döşeli bir stüdyo mevcut! Hepsi almış ellerine elektrogitarlarını, son model orglarını vesaire, kendi yazdıkları ve besteledikleri abuk sabuk şarkıları söylüyorlar! Tam bir fiyasko!

Gençlikten ve hayattan umudumu kesmek üzereyken Uğurcan’ın “Anıl!” diye haykırdığını duymuştum. İşte o Uğurcan’ın anlata anlata bitiremediği kahraman Anıl gelmişti! Hani kalabalığı ite ite öne geçmeye çalışırsın ya, tam o vaziyetteydim o sırada, sanki bir ünlü gelmiş ve ben onunla tanışabilmek için çabalıyordum. Hâlâ akortsuz gitarlarını çalmaya çalışan zengin fakirleri izlemeyle meşgul olan insanları yararak Uğurcan ve Anıl’ın yanına doğru ilerlemiş ve sonunda Anıl’la tanışabilmiştim.

Benim yüzümde bir heyecan, Anıl’ın yüzünde yarı hayal kırıklığı, yarı öfke vardı. Bir gözüyle bana bakarken, diğer gözüyle saçlarıma bakıyordu. O dönemde sadece özentilikten saçlarımı uzatmıştım ve bu Anıl için ters bir durumdu. Benimle tanışıp tokalaşırken belki de suratıma bir yumruk atmamak için kendini zor tutuyordu... Neyse ki, Anıl ön yargılı bir insan değildi de, öfkesini yenmiş ve karşılıklı tanışmak için yüzüne efendi bir tebessüm yerleştirmişti.

Kısa bir tanışmanın ardından hevesli ve gülen yüzüyle “Eee parti mi yapıyoruz?” diye sorarak içeri girmeye çalışan Anıl’ı kolundan tuttuğu gibi dışarı çıkaran Uğurcan, yaşadığımız parti hezimetini Anıl’ın da yaşamaması için kendini feda etmiş ve nargile içmeye ikna ederek bu gereksiz partiye son vermişti…


https://www.smashwords.com/books/view/620949

 


Burak Çınar (2016)
 
  Bugün 22 ziyaretçi (28 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol