Burak Çınar
  Geçmişinde Yaşayan Adam 2: Gerçekler
 


Dostlarıma…

 

Gerçeği öğrensinler diye…


 

  

GİRİŞ


 

Paladin ve Barbar

“Buraya kadarmış gençler! Sizinle beraber savaşmak güzeldi…” diye bağıran Önem, kalan son gücüyle karşısındaki orkun da kafasını güçlü bir kılıç darbesiyle kopardı. Kollarında ve bacaklarında derman kalmamıştı, son bir kez daha kısa bir ilahi mırıldanarak kendisine yorgunluk giderici bir büyü yaptı. Yavaş yavaş vücuduna yayılan ilahi enerjiyle, kılıcına daha sıkı tutunan Önem, çevresinde biriken öldürmüş olduğu ork yığınına bakarak gülümsedi. Gülümsemenin ardından yanına baltasıyla yaklaşan başka bir orkun da gelişini fark edip, sol koluna sabitlediği kalkanıyla orkun darbesini etkisiz hale getirdi ve kılıcıyla orkun bağırsaklarını deşerek arkadaşlarına bakmak için yüzündeki kanları temizledi.

 

Beraber yola çıktığı arkadaşlarına güveni sonsuzdu. Onlar da Önem’e güveniyorlardı ve onu bir Paladin olarak liderleri gibi görüyorlardı. Birbirlerini hiçbir zaman yüzüstü bırakmamışlardı ama bu sefer Önem her ne kadar dikkat etse de, bu son yedikleri akıl almaz pusuyu düşündükçe yüzünü ekşitiyordu ve suçu kendisinde arıyordu.

 

Yüzündeki kanları temizleyen Önem, Tandoğan’a ve Ezgican’a baktı kederle, ne yazık ki buluşmaya yetişemeyeceklerdi ve biliyordu ki daha ne kadar savaşırlarsa savaşsınlar, karşılarındaki ork yığınının sonunu getiremeyeceklerdi. Ezgican’ın sol bacağı derin bir mızrak darbesiyle yaralanmış, Tandoğan’ın sağ gözü bir gürzün çarpmasıyla şişmiş ve kapanmıştı. İkisinin de düşmesi an meselesiydi.

 

“Her şey buraya kadarmış…” diye düşünen Önem kalan ilahilerini bir kez daha gözden geçirdi. Şanlı ölümleri için sakladığı son bir ilahi vardı ve bunu yapmanın tam zamanıydı. Ellerini birbirine dokundurarak güçlü bir ilahi mırıldanmaya başlayan Önem’in konsantrasyonu, Tandoğan’ın sırtına giren uzun mızrağı fark edince bozuldu ve ilahiyi yarıda kesmek zorunda kaldı. Tandoğan yere yanlamasına düştü ve ellerini yarasına götürerek açık kalan gözüyle çaresizce Önem’e baktı. Öksürmesiyle ağzından kanlar boşalan Tandoğan, ciğerleri deşildiği için nefes de alamıyordu. Son bir çabayla gözünü açan Tandoğan, yüzüne bir gülümseme yerleştirmeye çalıştı ama çok geçti. Başka bir orkun baltasıyla yaptığı ölümcül vuruş kafatasını çatlattı ve Tandoğan’ın bir anda ölmesine sebep oldu.

 

Sırt sırta verdiği dostunun feci ölümü izleyen Ezgican bir an duraksadı. Dostunun başında sırıtan pis orkun bakışlarına hırlamayla yanıt verdi ve yaralı bacağına rağmen durduğu yerden öyle bir fırladı ki, sırıtmakta olan ork boğazına giren kılıcın farkına varabilmek için birden fazla kez elleriyle boğazını yoklamak zorunda kaldı. Ezgican yaşlı gözlerini silerek Tandoğan’ın başına dokundu, kısa bir süreliğine gözlerini kapadı. Ezgican’ın son defaya mahsus olarak gücünü topladığı nefes alış verişlerinden belliydi. Ezgican kafasını kaldırdı, Önem’e bakarak göz göze geldi ve karşısındaki ork yığınına doğru çılgınca koşmaya başladı.

 

Önem’in “Hayır! Yapma!” haykırmaları orkların kahkahaları altında boğuluyordu. Kılıcını kalkanına vurarak “Gelin öyleyse!” diye bağırdı ve hemen önünde yer alan orkun karnına kalkanıyla vurup onu yere düşürdü ve yere düşürdüğü orkun ağzına kılıcını sokarak yığından bir ork daha eksiltti.

 

Ezgican orkların arasında artık neredeyse gözle seçilemez haldeydi. Sadece içgüdüleriyle hareket eden Ezgican, yaralanmış bacağını da hissetmiyordu. Soldan gelen bir kılıcı savuşturdu ama bacağı bu ani dönüş için elverişsizdi. Bacağı büküldü ve bir anda kendini yerde buldu. Karşısına dikilen baltalı orka doğru yüzünü kaldırdı ve kaderine teslim olmuşçasına gülümsemeye başladı. Sonra yüzünü sağ koluna taktığı bilekliğe çevirdi ve kısık bir sesle “Ozan, affet beni kardeşim, yetişemedim…” dedi. Orkun baltasını havaya kaldırdığını fark eden Ezgican, kafasına inen darbeyi hissetmedi.

 

Ezgican’ın da düşmesinden sonra bütün orklar Önem’e döndü. Önündeki yığına bakarak kafasından şöyle bir hesaplama yapan Önem, belki 200’e yakın ork saydı. Orklar Önem’den çekiniyordu, karşılarında bir Paladin vardı ve bu doğal olarak orkların canını sıkıyordu ama bu yadsınamaz oran karşısında Önem’in de yapabileceği pek bir şey kalmamıştı.

 

Ölümü kabullenen Önem, kalkanına ve kılıcına bir kez daha baktı ve onları bir kez daha birbirine vurarak kıvılcımlar saçtı. Sonra kılıcını göğe doğru kaldırarak bir ilahi daha mırıldandı. Gökyüzünden gelen ışık huzmesi kılıcına ve kalkanına yayılarak, onları göz alıcı bir parlaklığa getirdi.

 

Yüzüne yayılan gülümsemeyle orklara doğru adımını atmaya başlamıştı ki, karşıdaki tepenin üzerinden bir ayının kükremesini andıran bir nara duyuldu. Orkların belki de hepsi bu nara karşısında arkalarını döndü ve tepenin üzerinde elinde savaş çekiciyle duran ve bir devi andıran figürü gördüler.

 

Bir nara daha atan figür, delicesine koşarak tepeden orklara doğru koşmaya başlayınca Önem’in şaşkınlıktan açılmış ağzı neredeyse kulaklarına vardı. Gelen dev figürünü tanıyordu, gelen eski dostu Barbar Anıl’dı!

 

Anıl karşısına çıkan ilk ork grubunu savaş çekiciyle öyle bir savurdu ki, orklar sanki yere bir yıldırım çarpmışçasına havaya uçtular. Savaş çekicini her savuruşunda en az beş tane orku deviren Anıl, ağır ağır Önem’e doğru ulaşmaya başladı.

 

Önem’in moral artışından dolayı gücü yerine geldi ve gözlerinden panik okunan orklara doğru emin adımlarla ilerledi. Zaten her hangi bir düzene sahip olmayan orklar sağa sola doğru kaçışmaya ve birbirlerine çarpıp düşmeye başladılar.

 

Anıl’ın ve Önem’in savaş stilleri her ne kadar birbirlerinden çok farklı olsa da, bu değişik stiller disiplinlerini yitirmiş orkların daha da kendilerini kaybetmelerini sağlıyordu. Anıl önündeki rakibine doğrudan saldırıyor, üzerinde herhangi bir zırh olmasa da düşmandan gelen darbeleri kabul ediyor ve gözü kara bir şekilde ilerliyordu. Önem ise göz kamaştırıcı zırhı ve kalkanıyla daireler çiziyor ve kararlı tekniğiyle rakibine önden veya yandan saldırıyordu.

 

Önüne gelen orkları hızlı darbelerle öldüren Önem, çevresinde ork kalmayınca ayaklarını yere sabitleyerek Anıl’ı izlemeye koyuldu. Daha sonra ellerini Anıl’a doğru uzatarak hızlı bir ilahi mırıldandı ve Anıl’a güç dalgaları yolladı.

 

Kollarının daha da şiştiğini fark eden Anıl, Önem’e doğru gülerek “İhtiyacım yoktu ki!” diye bağırdı.

 

Anıl’ın savaşa dâhil olmasıyla birlikte kaybedilmek üzere olan savaş bir anda yön değiştirmişti. Orklar Anıl’ın üzerine gelmiyordu, aksine Anıl arkalarından koşuyor, onları yakalıyor ve yakaladıklarını savaş çekiciyle havalara uçuruyordu. Yanına fazla yaklaşan daha şanssız olanlarına ise çekiciyle yukarıdan aşağıya doğru vuruyor ve kafalarını patlatıyordu.

 

Anıl’ın savuruşundan kurtulan bir ork koşmaya kalkışınca Anıl elindeki savaş çekicini orka doğru fırlattı ve savaş çekici döne döne orkun sırtında patlayarak orku yere serdi. Anıl’ın silahsız kalmasını fırsat bilen iki ork Anıl’a doğru ilerledi ancak Anıl’ın mengene gibi kaslı kolları orkları kafalarından yakaladı ve ikisini birden birbirine vurarak ölmelerine sebep oldu.

 

Savaş çekicine doğru koşup, bir taklayla çekicini eline alıp ayağa kalkan Anıl, kendisine bakmakta olan Önem’i gördü ve Önem’in gülümsemesine karşılık verdi. Orkların çığlık atarak dağılmasını izleyerek çekicini sırtına astı ve Önem’e doğru yürüdü.

 

- “Tam zamanında geldin eski dost.” diyen Önem, kılıcını kınına soktu ve kalkanını sırtına takarak Anıl’ı selamladı.

- “Öyle gözüküyor.” diye yanıtladı Anıl.

- “Burada olduğumu nasıl anladın?” diye soran Önem, elini Anıl’a uzattı.

- “Aynı yolu kullanıyorduk, gürültüyü duyunca uğrayım dedim!” diye cevaplayan Anıl da elini Önem’e uzattı ve Önem’in minnet dolu bakışlarıyla beraber tokalaştılar. Tokalaştıktan sonra da güçlü ve sert bir şekilde birbirlerine sarıldılar.

- “Sen böyle tuzaklara düşmezdin?” diye sordu Anıl ve Önem’in sessiz kalması üzerine kaşlarını çattı.

- “Hayır, tuzak değildi... Buluşmaya gideceğimizi biliyorlardı... Orklar böyle planlar yapacak kadar akıllı yaratıklar değiller.” dedi Önem ölü orkları göstererek.

- “Yoksa?” dedi gözleri fal taşı gibi açılan Anıl.

- “Evet, önce sıradan bir ork birliği sandım ama öyle değilmiş. Ve evet, onun işi…” diye onay verdi Önem.

- “Buluşmaya geciktik mi peki?” diye sordu Anıl.

- “Hemen yola çıkarsak vaktinde orada oluruz; ama yapılacaklar var…” diye kafasını savaş meydanına doğru çeviren Önem’in yüzüne gelen hüzün Anıl’ı meraklandırdı.

- “Ne oldu?” diye soran Anıl da gözlerini savaş meydanına doğru çevirerek ortamı taradı.

- “Ezgican ve Tandoğan… Yapabileceğim bir şey yoktu…” diye sessizce cevapladı Önem.

 

Önem’in sessiz cevabı, sert bakışlara sahip olan Anıl’ın bir anda yüzünün düşmesine sebep oldu. Savaş meydanına doğru ilerleyen Önem’in peşinden gitti ve önce Tandoğan’ın, sonra da Ezgican’ın cansız bedenlerini fark etti. Ağzından bir “Tandoğan…” fısıltısı çıktı ama bunu kendisi bile duyamadı.

 

İkisi birden cansız bedenleri yanı başlarında duran ağacın dibine doğru sürükleyerek yan yana koydular ve ölmüş arkadaşlarının üstlerini başlarını düzelterek sırt üstü yere yatırdılar. Anıl kendini toparladı ve hiç vakit kaybetmeden hemen toprağı kazmaya koyularak Önem’in dinlenmesine izin verdi.

 

Bedenleri gömmeden önce Önem, Ezgican’ın kolundaki bilekliği çıkardı ve kendi koluna taktı. Anıl’ın soru soran bakışlarına, “Kardeşi vermişti, nedendir bilmiyorum ama onun için çok değerliydi.” diye yanıt verdi ve ikisinin de alnını son bir kez öperek, onlara fısıltıyla teşekkür etti.

 

Cansız bedenlerin üzerini toprakla örten Önem, toprağı elleriyle düzeltti ve Anıl’ın getirdiği büyük kayayı toprağın baş kısmına koyarak kayanın üzerini yontmaya başladı. Kayanın üzerine tam olarak şöyle yazdı:

 

“Burada Ezgican ve Tandoğan yatar.

Şerefle savaştılar.

Şerefleriyle öldüler.

18 Mayıs 2016”

 

Önem’in 2016 tarihini yontması Anıl’ın dikkatini çekti ve Önem’e: “Sen hala eski takvimi takip mi ediyorsun? Burada zaman kavramı biraz farklı işliyor gibi ve sanırım burada 2016 diye bir yıl yok.” dedi. Önem’in yanıtı ise sadece bir omuz silkmesinden ibaretti.

 

Önem işini bitirdikten sonra kendisine doğru uzanan güçlü elin yardımını kabul ederek ayağa kalktı ve pelerinindeki tozları silkeleyerek patika yola doğru baktı.

 

- “Yola devam edelim mi? Yoksa dinlenmek ister misin?” diye sordu Anıl.

- “Daha fazla vakit kaybetmeyelim derim.” diye cevapladı Önem.

 

Beraber patika yola doğru çıktılar. Önem son bir defa arkasını dönerek savaş meydanına ve kaybettiği dostlarına baktı. “Hep senin yüzünden Burak, hep senin yüzünden…” dedi ve yoluna devam etti…

 

Rogue

Günlerdir gözüne uyku girmeyen Uğurcan, son bir kez sırt çantasını kontrol etti ve uzun süredir saklandığı küçük kulübesine veda etmek üzere kapıya doğru yöneldi.

 

Gecenin en karanlık vaktinde yolculuk etmeyi tercih ederdi genellikle, çünkü kendisi de gece gibiydi, sessiz ve ölümcül.

 

Kapıyı açmak üzere elini kaldırmak üzereydi ki, dışarıdan gelen çıtırtı sesi oflamasına ve geri adım atmasına sebep oldu. “Yetmedi mi?” diye söylenen Uğurcan, kendisini hemen gölgelerin içine sakladı ve nefesini tutarak beklemeye başladı.

 

Kapı gıcırtı çıkarmadan açıldı ve içeri giren adam hiç tereddüt etmeden cebindeki bıçağı çıkararak köşede duran yatağa yöneldi. Bıçağını havaya kaldıran adam yatağın boş olduğunu anlamasıyla, kalbinden dışarı doğru çıkan iki hançerin ucunu fark etmesi bir oldu.

 

Boş kalan eliyle yarasını nafile yere kapatmaya çalışan adam arkasını döndü ve Uğurcan’ın karanlık ve bezgin bakışlarıyla karşılaştı. “Yetmedi mi?” diye adama söylenen Uğurcan, adamın bıçak tutan elini tutup çevirdi ve bıçakla adamın boğazını kesti. Boğazından oluk oluk kanlar akan adamı bir tekmeyle yere fırlattı ve kapüşonunu kafasına geçirerek yerdeki sırt çantasını aldı ve yeniden kapıya doğru yöneldi.

 

Kapıyı açtıktan sonra son bir kez daha kaldığı kulübesinin içine doğru baktı ve buluşmaya gitmek üzere kulübesine veda ederek dışarı çıktı.

 

Birkaç adım atmıştı ki, kulübenin karşısındaki ağacın kenarlarına saklanmış olan iki haydudun farkına vardı ve dans edercesine dönerek, hızlı ama sessiz adımlarla haydutların arkasına geçti. Adamlar arkalarında Uğurcan’ın olduğunun hiç farkına bile varmamışlardı ve ikisi de tedirgin bir vaziyette kulübeyi izliyorlardı. Büyük ihtimalle arkadaşlarının işini tamamlamasını ve yanlarına dönmesini bekliyorlardı.

 

Uğurcan’ın “Böö!” demesiyle irkilip zıplayarak arkalarını dönen adamların gözleri Uğurcan’ı seçemeden, aynı anda ikisinin de gözlerine birer hançer saplandı ve ne olduğunu anlayamadan ikisi de oracıkta can verdiler. Bir şimşeği andıran Uğurcan’ın saplama hareketi, aynı hızda geri çekildi ve hançerler belinde duran kemerinin kabzalarına geri girdi.

 

“Yetmedi mi?” diye tekrarlayan Uğurcan çevreyi kolaçan etti ve daha sonra yerdeki haydutlara doğru kafasını çevirdi. Haydudun birinin cebindeki not gözüne ilişti ve eğilerek notu ölü adamın cebinden çıkararak okumaya başladı: “Buranın dönüşü yok, buraya alışsanız iyi edersiniz, boş yere buluşmaya gidiyorsunuz… Burak.”

 

Sakin tavrını bir anda kaybeden Uğurcan, notu avucunda sıkarak parçaladı ve ölü adama bir tekme atarak sinirini çıkardı. Derin bir nefes alarak tekrar sakinleşti ve etrafına bakarak son bir kez defa çevreye göz gezdirdi.

 

Gecenin karanlığında sessiz adımlarla yola koyulan Uğurcan ikiz hançerlerinin kabzalarını elleriyle sıktı ve “Hep senin yüzünden Burak…” diyerek yürümeye devam etti…

 

Liç

Saatlerdir boy aynasında kendisine bakan İbrahim, çürümekte olan yüzüne bir kez daha dokundu. Daha sonra yine çürümüş ellerine baktı. Ellerini saklarcasına kırmızı cübbesinin içine soktu ve aynaya arkasını dönerek hafif adımlarla koltuğuna doğru yöneldi.

 

Basit bir illüzyon büyüsüyle kendisini normal görüntüsüne sokabilirdi ama kendisini kandırmak istemiyordu. Belki arkadaşları geldiğinde onların morallerini bozmamak veya onları üzmemek için görüntüsünü değiştirecek bir büyü yapabilirdi.

 

Ama görüntü önemli değildi, sonuç önemliydi. Uzun süredir üzerine çalıştığı büyünün işe yarayacağına güveniyordu ama bütün arkadaşlarının da buluşmaya gelmesi gerekiyordu.

 

Duvarda asılı duran antika saate baktı ve “Az kaldı, her an gelebilirler…” diye kendi kendine konuştu. Daha sonra yine boy aynasına yürüyerek aynanın önünde durdu ve bir büyü mırıldanarak ezeli düşmanı Burak’a bir mesaj gönderdi: “Aradığın şeyin cevabı burada! Sen de gel!”

 

Mesajın ulaşıp ulaşmadığına emin değildi; zira Burak’ın kendisine seçtiği kale sağlam büyülerle korunuyordu ve daha önce göndermiş olduğu hiçbir mesaja cevap alamamıştı.

 

Liç İbrahim, odanın köşesinde duran ve sadece kendisinin açabileceği sandığa doğru yürüdü. Sandığı bir büyü sözüyle açtı ve içinde duran filakteriye hafifçe dokundu. Ruhunu sakladığı filakteriyi eline aldı ve ruhunun filakteri içinde süzülüşünü seyretti. “Nasıl bu hale geldik?” diye söylenerek filakteriyi sandığın içine koydu ve sandığın kapağını bir büyü sözüyle kapayarak sandığı mühürledi.

 

Aynasının önüne doğru geçmek üzereydi ki, acı dolu bir çığlık duraklamasına sebep oldu. Kafasını yukarı doğru kaldırdı ve Kandaz’ın hayaletinin tepesinden süzülmesini seyretti. “Az kaldı, her şeyi düzelteceğim eski dostum.” diye arkadaşına söz veren İbrahim, aynasının önüne geldi ve aynada çürümüş olan yüzüne baktı. Daha sonra yine çürümekten dolayı kemikleri gözüken elleri dikkatini çekti ve hemen ellerini cübbesinin içine soktu.

 

Tekrar yüzünü aynaya çeviren İbrahim, kırmızı gözlerini kısarak: “Hep senin yüzünden Burak…” diye tısladı ve aynada kendisine bakmaya devam etti.

 

Vampir Lordu

Ormanın hemen kenarındaki muazzam büyüklükteki kale uzaktan bakan herkesin dikkatini çekiyordu ama kimse yanaşmaya cesaret edemiyordu. Tüccarlar kalenin çevresinden geçmek yerine, ormandan geçmeyi tercih ediyor; gezginler kaleyi gördükleri an yönlerini değiştiriyordu. Ormandaki hayvanlar bile kalenin saçtığı negatif auradan dolayı kaleye yaklaşmıyorlardı.

 

Kalenin etrafında yer alan çimenler her geçen gün daha da kuruyor ve çürüyordu. Kalenin çevresini kaplamış doğal olmayan negatif aura, canlı olan her şeyi kötü yönde etkiliyordu.

 

Kaleye yaklaşmaya cüret eden hazine avcıları kaleden inilti sesleri duyuyordu ve kimisi büyük bir kurt gördüklerini iddia ediyordu. Kaleye çok yaklaşıp da geri dönebilenlerin sayısı çok azdı. Kaleden içeri adımını atanlardan şanslı olanları bir tuzağa takılıp ölüyor, şanssız olanları ise yakalanıp kalenin mahzenine kapatılıyor ve bir daha gün yüzü göremiyordu.

 

O gece ise mahzende bir heyecan vardı.

 

Mahzende uzun süredir esir kalan Kral Bora günlerce sürterek aşındırdığı bileklerini saran zincirini son bir çabayla kırdı ve hayallerini kurduğu kaçış planını gerçekleştirmek için ilk adımı attı.

 

Zincirin kırılması bütün mahzende bir heyecan ve umut yarattı ve hemen yanında zincirlere bağlı bulunan eşi Gülsen, yarı baygın bir şekilde Bora’ya gülümsedi.

 

- “Hemen geliyorum kraliçem!” diye seslenen Bora, yerde duran suyla dolu bardağı alarak Gülsen’in başını kaldırdı ve eşine su içirdi. Suyu güçlükle içen Gülsen çevresine bakındı ama yine umutsuzluğa kapılarak başını öne eğdi.

- “Kaçsak ne olacak ki? Zaten herkes öldüğümüzü sanıyordur. Kaçıp nereye gideceğiz? Bir krallık kaldı mı acaba?” diye sızlandı.

- “Kendini yorma aşkım, dur bakalım, hele bir dışarı çıkalım.” diye yanıt verdi Bora.

 

Gülsen’in de zincirlerini koparmaya çalışan Bora, yukarıdan gelen ayak seslerini duydu ve hemen yerine geçerek ellerini arkasına alarak yere oturdu.

 

Mahzenin diğer köşesinden: “Sıra bende bu gece, merak etmeyin.” diye arkadaşlarını telkin eden Serkan Mahmut’un sesi duyuldu.

 

Mahzen kapısının açılmasıyla ortalık sessizliğe büründü ve içeriye Vampir Lordu Burak ve yanında getirdiği yeni bir esir girdi.

 

Mahzenin boş alanına doğru ilerleyen Burak bir an duraksayarak Bora’ya baktı ve ona göz kırptı. Ardından Gülsen’e baktı ve birkaç adım daha atarak Erhan’ın hücresinin önünde durdu. “Arkadaşınız dayanamamış.” diye güldü ve yeni esiri kolundan tutarak Erhan’ın ölü bedeninin bulunduğu hücreye fırlattı. “Uzun süre burada kalacaksın, alışmaya bak Erdem.” dedi yeni esire. Daha sonra başını çevirdi ve: “Alper! Ceset var!” diye kapıya doğru bağırdı.

 

Birkaç dakika sonra kapı tekrar açıldı ve içeriye Kurtadam Alper girdi. Alper sinirli bir şekilde etrafına bakınarak, Erhan’ın bulunduğu hücreye doğru yürüdü ve Burak’a dönerek: “Hallediyorum lordum.” diye cevap verdi. 

 

“Daha sonra da yeni esirimizi besleyip, zincirlersin.” diye direktif veren Burak bir sonraki hücrenin önüne doğru yürüdü ve içerideki zayıflamış iki figüre baktı.

 

- “Keyfiniz yerinde mi bakalım?” diye dalga geçercesine soru sordu Burak.

- “Öldür bizi.” diye güçsüz bir yanıt geldi Hasan Alper’den.

- “Evet, öldür artık yeter.” diye öfkeli bir yanıt da yanında oturan Aycan’dan geldi.

- “Sizi öldürmeye gelmedim, hem ikiniz de gayet iyi görünüyorsunuz.” dedi Burak kahkaha atarak.

 

Tam o sırada karşı hücrede bulunan Esma kanatlarını açarak: “Daha ne istiyorsun bizden? Aradığın cevap bizde değil!” diye bağırdı. Esma’nın hücresine doğru yönelen Burak: “Biliyorum ama sizlere de ihtiyacım var ve biliyorsun ki bu konuyu defalarca konuştuk.” şeklinde yanıtladı.

 

Yüzünü yanındaki diğer hücreye çeviren Burak, hücrenin içinde yatan Ozan’ı gördü ve ona: “Abin Ezgican’a oynaması için biraz ork yolladım.” dedi. Ozan’ın eli hemen kolundaki bilekliğe gitti ve bir an Burak’a baktı, daha sonra kafasını tavana çevirerek tekrar düşüncelere daldı.

 

Mahzenin derinlerine doğru birkaç adım daha atan Burak, Serkan Mahmut’un hücresinin önüne geldi ve hücrenin kilidini açarak içeriye girdi. Yerde yatmakta olan, beti benzi atmış ve hastalıktan titreyen haldeki Sertaç’a bir an acıyarak baktı ama sonra Serkan Mahmut’a döndü. “Sıra sende biliyorsun.” diyen Burak, vampir dişlerini çıkardı ve Serkan Mahmut’u kendisine çekerek iştahla boynuna dişlerini geçirdi. Serkan Mahmut vücuduna yayılan ani acıdan dolayı, kendinden geçerken tek söyleyebildiği “Kanka…” oldu.

 

İçtiği kandan sonra günlük enerjisini elde eden Burak hiç kimseye bakmadan doğruca kapıya yöneldi ve Alper’e kendisini takip etmesini işaret ederek dışarı adımını attı. “Bugün tam 11 yıl oldu farkında mısın?” diye Alper’e soru soran Burak’ın sesi mahzende yankılandı ve daha sonra kayboldu.

 

Burak ve yıllardır güven duyduğu sadık arkadaşı Kurtadam Alper yukarılara doğru çıkmaya başladılar.

 

- “Tam 11 yıl!” diye bağırdı Burak birden durarak.

- “Haklısınız lordum, 11 yıl oldu… Ne aşamadayız peki?” diye soru soran gözlerle baktı Alper.

- “İbrahim’den mesaj geldi bugün, aradığım şeyi bulduğunu iddia ediyor ve beni şatosuna davet ediyor.” şeklinde özet geçerek yanıtladı Burak.

- “İbrahim mi?” diye hırladı Alper, köpek dişlerini çıkararak.

- “Evet ve bugün tek başıma yola çıkıyorum.” dedi Burak.

- “Lordum?” dedi Alper.

- “Merak etme, biliyorsun bana hiç kimse zarar veremez.” diyerek arkadaşının tedirginliğini giderdi Burak.

- “Peki, gerçekten bulmuş olabilir mi?” diye hevesle sordu Alper.

- “İbrahim’e inanıyorum. Hem dediği doğru değilse bile şansımızı denemeye değer. En azından çabalamış oluruz. Biliyorsun bugün tam 11 yıl oldu. 11 yıldır arıyorum Hayriye’yi! 11 yıldır!” diye sesini yükselterek cevap verdi Burak.

- “Hayriye…” diye fısıldadı Alper.

- “Onu bulacağım.” diyerek arkadaşına ve kendisine söz veren Burak odasına doğru yürümeye başladı ancak bir anda aklına bir şey geldi ve Alper’e tekrar geri döndü.

- “Bugün kaçacaklar, müdahale etme, bırak kaçsınlar.” diye mahzeni göstererek Alper’e emir verdi Burak.

- “Nasıl isterseniz lordum.” diye yanıtladı Alper başını öne eğerek.

- “Ve unutmadan, kitabı şimdi yollayacağım ve bize ulaşacak, merak etme.” diye seslenmesiyle Alper’in yüzüne kocaman ve sinsi bir gülümseme yerleşti.

 

Odasının kapısına yaklaşan Burak, odanın kapısını açmak yerine kendisini sis formuna soktu ve kapının altından süzülerek içeriye girip tekrar insan formunu aldı. Önce gözüne masadaki kitap ilişti, ona tiksintiyle baktı. Kitaba doğru bir büyü sözü mırıldandı ve kitap yok oldu. Daha sonra odanın duvarında kendi çizmiş olduğu Hayriye’nin portresine uzun uzun baktı ve “Haklılar, hep benim yüzümden…” dedi fısıltıyla. “Ama seni bulacağım!” diye devam etti sözlerine bu sefer haykırarak.

 

Arkasını döndü, masanın üzerinde duran kırmızı kabzalı hançerini alarak beline taktı, Hayriye’nin vermiş olduğu yüzüğü parmağına geçirdi ve odanın kapısına bir tekme vurup kapıyı kırarak dışarı çıktı.

 

Kalenin kapısına kadar öfkeli ama kararlı adımlarla yürüyen Burak, kapının önünde tekrar durdu ve onu beklemekte olan Alper’e veda edercesine elini salladı. Alper boynunu eğerek vedasına karşılık verdi. Yine sis formuna girerek kale kapısından dışarı doğru süzülen Burak, kalenin dışına varınca insan formunu alarak ayağa dikildi ve önündeki uzun yola baktı.

 

“Hep benim yüzümden…” diye aklından geçiren Burak, geceye karışarak yoluna devam etti…




Kitap Fragmanı:
youtu.be/WfFazH0PKzg


Burak Çınar


 
  Bugün 14 ziyaretçi (18 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol